Deli kadınlar dümdüz kadınlardır. Hileye hurdaya ihtiyaç duymazlar. Sizden bir şey istediğinde hiçbir ayak oyununa yada hesaplamaya gerek duymadan ister! Bir şeyi reddettiğinde de bunu yine aynı düzlükte reddeder öldür asla ikna edemezsiniz! Çünkü sizin dünyanızın gücü onu ikna etmeye yetmez! Dedik ya; zaman mutlaka deli kadını haklı çıkaracaktır!

Para, pul, kariyer, kimlik, ulus, sınır, çocuk, ev, mal, mülk vs. ile asla işi olmaz! Bu açıdan ulussuzdurlar onları dünyanın neresinde görürseniz görün şıp diye tanırsınız. Çünkü ne kahkahaları tutsak, ne gözyaşları sınırlı, ne arzuları mahpus, ne öfkeleri prangalıdır. Bu duygu durumlarından her hangi birini her hangi bir mekanda, kişi sayısı fark etmeksizin tak diye önünüze koyarlar! Size düşen o an yaşanacak olan neyse tadını sonuna kadar çıkarmaktır. Sevişecekse orta yerde sevişecektir sizinle, dövüşecekse yine orta yerde!

Çünkü en zayıf olduğum yerden sınanmış en hassas olduğum yerden vurulmuşum

.... Hangi yanımdan yara alsam o yanımdan ağrımışım.... Taşıyamam zannettiklerimi taşımış, taşırım zannettiklerimin altında kalmışım...

İçimdeki ummanı önce sızdırmış sonra taşırmışım.. Öyleyse hepsine de amenna.... Değil mi ki seçilmişim....

Ne güzel suçluyuz biz hepimiz




Sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim, bozkıra, senden benden yalnız.
Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz. Bozkır senden benden yalnız, oysa yaratık dolu, yaşam dolu ya karıncalar.
Hep oturup cigara içiyoruz yetersiz, konyak içiyoruz yetersiz, en asıl yetersiz biziz, yalnızlığımız en yetersiz ,ya bozkır.
Ben kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, en büyük güzelliğim senin bilinmezliğin, duymazlığın ,ya en boş damlalar gözlerimizde.
Bak, tozluyuz biz, çok tozluyuz,ya bozkır, bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz.
O başka, yapışkan bizimki, yağmurlarla yıkanmaz.
Bak, hayal kurarım, en zevksiz acıklılara gözyaşı dökerim de kendimi bilmem. Biz bilmeyiz birbirimizi; böylesine mutluyuz bazı.
Bu evrende her şeyi silecek birileri, yaşamları çoktan. Bu önemli değil; biz çoktan tükenmişiz.
Somutlara güvenimiz yok hiç; onlar yok. Herkesler her şeylerini çok şeylere harcıyorlar, tutsak kılıyor bu şeyler onları, hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında.
Ama bak, gerçek tutsaklar biziz, soyuttan gelir bizim ki, savaşılmaz.
En değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden, bilirsin.
Bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz, bu uğraşı ister.
Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür ya bozkır.

Giderken Bana Bir Şeyler Söyle





İnsan demek, kırıklık demektir.Her türlü kırıklık.Düş kırıklığı.Kalp kırıklığı.Yaşamanız gerektiğine inandığınız şeyleri yaşamadığınızın, olmanız gereken yerde olamadığınızın, sahip olmak isteyip de olamadıklarınızın kırıklığı ve bu kırıklığın doğurduğu hüzün...

 

Oyun Sonu






Bir gün kör olacaksın.Benim gibi.Bir köşede oturuyor olacaksın, boşlukta kaybolmuş küçük bir leke.Karanlıkta kalacaksın, sonsuza dek.Benim gibi.Bir gün, yoruldum, oturayım deyip bir kenara oturacaksın.Sonra, acıktım diyeceksin, kalkıp yemek hazırlayayım.Ama ayağa kalkamayacaksın. Oturmakla hata ettim, diyeceksin.Ama madem ki oturdum, biraz daha oturayım, sonra kalkıp bir şeyler yerim, diyeceksin.Ama hiç kalkamayacaksın, bir şey de yiyemeyeceksin. Biraz duvara bakacaksın.Sonra gözlerimi kapayayım, diyeceksin, belki biraz uyusam daha iyi olur diyeceksin ve kapayacaksın.Açtığın zaman artık duvar olmayacak.Boşluğun sonsuzluğu çevreni saracak.Bütün çağların yeniden dirilen bütün ölüleri dolduramayacak o boşluğu.Bozkırın ortasında ufak bir çakıl taşı olacaksın.Evet, bir gün neyin ne olduğunu anlayacaksın.Benim gibi olacaksın.Yalnız senin kimsen olmayacak, çünkü sen kimseye acımamış olacaksın ve zaten acınacak kimse de kalmayacak...



Gördüklerimiz zannettiklerimizdir.







Burada sadece bok ve ölüm kokusu var.
Sigara yaktım. Kahve için suyun kaynamasını bekliyorum; kafa derimin altında inşaat çivileri maraton koşusu yapmakta. Gözümü kapatıyorum. Karıncaları ve örümcekleri görüyorum. Yeter! ‘’yeter’’ demek yet

er mi? Çıkmaz sokak nereye çıkmaz? Aptal sorular! Mutfağın penceresini açıyorum; nefes alıyorum. Havada bulutlar ve ölüm kol geziyor, yağmur geliyor. Burası dünya.
Ölmek istiyorum yine, orada burada. Hiç mi hiç fark etmez; bir köşeye siner ölüveririm sessizce. Öylesine güzel ki yağmur, suratıma çarptıkça damlalar, geberesim geliyor. Hava çok soğuk ama üşümüyorum. Mutlu muyum neyim? Her şey bu kadar eşsizken ölmemek niye? Sanki hiç yapmamışım gibi.
Bundan birkaç yıl önce, iğne atsan yere düşmez diye tabir edilebilecek bir caddede, çenemin altına toplu tabancayı dayamıştım. Ne tuhaftır ki dakikalar sonra, beni sadece ihtiyar bir adam fark etti ya da ciddiye aldı ne bileyim. Yanıma yaklaştı ‘’ ne yapıyorsun?’’ dedi ürkek bir tonda. ‘’tıraş oluyor gibi bir halim yok öyle değil mi ihtiyar!’’ dedim. Bir adım daha yaklaştı kendince. Ayakta zor duruyordu oysaki. Nefesi alkol kokuyordu. Anlaşılan o da benim gibi ayyaşın tekiydi. Sanki önemi varmış gibi adımı sordu. ‘’ ismini vermek istemeyen bir ceset’’ dedim ona. Yüzünü ekşitti hemen. Aksi ve çekilmezlik gezintisi sadece ben ve benim gibilere ait edasında omuz silkti; ama daha pes etmemişti. ‘’ sana nasıl hitap etmemi istersin?’’
Kaşlarımı çattım, ciddiyetimi daha iyi anlasın diye. ‘’ soytarıyım ben ‘’dedim. Birkaç saniye duraksadı ve ‘’ Ne yani, sana soytarı mı dememi istiyorsun? ‘’
‘’Hayır, bana beyinsiz soytarı demeni istiyorum’’
‘’Pekâlâ, beyinsiz şey… Soytarı, neden ölmek istiyorsun. Çok mu borcun var? Ya da karın seni aldatıyor mu? Yoksa onu öldürdün mü?’’ dedi bunak.
‘’Yaşamak için yeterince ölü değilim’’ dedim.
Kafamın içinde çok şey dönüyordu. Sanki bilincim olduğu gibi hayvanat bahçesine dönüşmüştü; yazık ki bütün hayvanların kuyruğu birbirine değiyordu. Tek yaşama sebebim vardı; o da her an pamuğun tıkanma ihtimali. İnsanları, neden çıldırmışçasına etrafta koşuştururken göremiyorum. Bu sanal gerçeklikteki oyunun en can alıcı tarafı ne zaman öleceğimizi bilmememiz değil mi? Yani her an göçebiliriz; yapayalnız, bomboş ve kapkaranlık bir figürde. Öyleyse bizi korkusuzca nefes almaya iten sebep ne? Size söyleyeyim, yaşamak en büyük alışkanlığımız ve bu tam anlamıyla çılgınca bir bağımlılık!
‘’ tanrıya inanıyor musun?’’ dedi bizimki.
Şaşırmıştım doğrusu. Adamın, böyle evrensel bir soru sormasını beklemiyordum. O an ihtiyarın alkollü olduğuna kesin kanaat getirdim. ‘’ evet ‘’ dedim sertçe.
‘’ öyleyse diğer tarafta, intihar edenleri ebedi cezanın beklediğini de biliyorsundur evlat.’’
‘’ sigaranın sağlığa zararlı olduğuna da inanıyorum ama bir gün bile bırakmayı denemedim. Tanrıya inanıyorum ama umursamıyorum babalık! ’’
Cehennemi arzulamıştım daima; sırf cennettekiler kendilerini biraz daha iyi hissetsin diye. Tanrı Araf suresinde, cennettekiler için şöyle der. ‘’ Biz onların kalplerinden kin namına ne varsa söküp attık.’’ Beni ben yapan hep içimdeki öfkeydi, nefretti. Hiçbir zaman, cennette her saniye kandırılma fikri cehennemde gerçek acıyı tatmaktan daha cazip olmamıştı. Benim için savaş çok eskiden beri vardı. Tanrıya sövdüğümde altı yaşındaydım. Evet, kronik bir iblisim galiba. O caddenin orta yerinde insan yığınağından çıkan fısıltılar arasında ihtiyarla olan sohbetimiz fazla uzun sürmedi. Beni ikna etmesine izin verdim. Adamı resmen kahraman yaptım. Muhtemelen bir hayat kurtardığını ve cennete gideceğini düşünmüştür. Üstelik silahımı da ona hediye ettim; kendisini gazetelerin üçüncü sayfalarında görebilme umuduyla. Belki içecek parası kalmaz, cananına tak eder, kafasına sıkar. Defalarca intihar ediyormuş süsü verirken kendime, ölümü anlayabilmek, ona bir adım daha yakın olabilmek için küre çikolataları hap farz edip yuttum. Çamaşır makinesinin üstünden kendimi boşluğa bıraktım, boş silahla tek kişilik Rus ruleti seansları düzenledim. Beyinsizce öyle değil mi? Etrafımdakiler kaçık herifin teki olduğumu söyleyip duruyor. Yani olmayan şey nasıl kaçabilir ki? Ben doğuştan beyinsizim. Beyinsiz soytarı!
Şimdi yağmur gittikçe hızlanıyor ve ben sırılsıklam halde, hem yürüyorum hem de teneke çatılardan çıkan çığlıklara kulak veriyorum. Bir elim cebimde, diğeri ise sigarayı tutuyor. Dudaklarım ciğerlerimden çıkan dumana izin verip evrenin seremonisine kafa tutarcasına, kimseye ait olmayan bir melodiyle ıslak ıslık tüttürüyor. Gün ışıklarını söndürmek üzere… Bir apartmanın girişinde sümükleriyle koklaşan ve bana deliymişim gibi bakan çocukları görüyorum. Hepsinin de saçları kısacık ve suratları fazlasıyla beyaz. Ve ben susuyorum. Konuşmalı mıyım? Hayır! Sadece ölmek istiyorum. Hepsi bu. Hiç sorgulamadan. Hiç düşünmeden.
Zaten yeterince düşündük. İhtiyacımız olan, klozet temizleme fırçasıydı. Dışkımızı soğuk taştan temizlemeye çalışırken bize satmaya çalıştıkları prezervatifler yüzünden sürekli düzüşmeyi düşündük. Bedava dakikalarımızı ve seri sonu indirimlerini düşündük. Aslında en çok iş üstünde değil de, sifonu çektiğimizde çıkan sesi duyunca düşündük. Akşam hangi televizyon dizisini izlesek diye düşündük. Erken rezervasyonlarımızı ve kredi kartı limitlerimizi düşündük. En çok, ıkınırken değil de fermuarımızı çekerken, arkamıza bakıp, dışkımızın bizi terk ettiğini görünce düşündük. En son ne zaman mastürbasyon yaptığımızı, pahalı arabaları, cep telefonu modellerini düşündük. Lanet, umut dolu kuponlarımızı düşündük. Ya düşünmemeyi? Ya da ölmeyi? Hiç üstümüze alınmadığımız ışıksızlığı? Meleğin kederli dokunuşunu? Hiç sanmıyorum!
Her şey, alışkanlıklarımı kontrol altına almak istememle başladı. Köleliğimi yitirmek istedim ama en büyük bağımlığımı fark ettiğimde hiç olmadığım kadar heyecanlandım. Giderek acı çektim. Acı çektikçe hür kılındım. Kendime kapandım. Kendimle hatırladığım son şey depresyonda olduğum ve gecenin bilmem kaçındaki morfin merasimlerimdi. Ucuz rüyalar görmediğim sürece kendi kâbusunda yaşayan karabasandım. Giderek çöktüm. Çöktükçe arındım. Arındıkça ölümü daha fazla düşünmeye, düşlemeye başladım. Kansere daha da yaklaştım. Sabahları midemde olup biteni çıkardıktan sonra, radyoda amfizemle ilgili reklamları dinledim. Sonra sigara yakıp, aynadaki leş tebessümü seyrettim. İçtikçe de içtim. Barlardan çıkmaz olmuştum.
Her zamanki barları ve içindeki her zamanki hiç kimseleri seviyordum. Bütün masalar doluyken insanların kahkaha atmalarını, bağırıp, ağlamalarını ama seslerin birbirine karışmamasını seviyordum. Kimsenin derdini dinlememeyi ve kimsenin sevincine ortak olmamayı seviyordum. Herkesin hiç kimse olmamanın gereğini yerine getirmesi müthişti. Her şey benzersiz memnuniyet fotoğrafıydı. Masalar boşken ise işler değişiyor, bütün şeyler birbirine karışıyordu. İçimdeki bütün o sesler! Her şey renklerin birbiriyle alay ettiği ve bir şeye benzetemediğim talihsiz bir sanat tablosuna dönüşüyordu. Bazen iyi giyimli entelektüelleri görüyordum. Hepsi de gereksiz embesiller diyordum kendi kendime. Benim favorim madaralardı. Sevimsiz bezekler! Donuk bakışlarla etrafa bakınmaları, kavga etmek için neden aramamalarının yanı sıra birbirlerine anlattıkları aynı tip hikâyeler onları gerçek anlamda sevimsiz haydutlar yapıyordu. Onlar, iyiliği ve tekdüze sevinçleri görmezden gelenlerdi. Muaşeret adabını içe sayanlardı. Zaten, görgü kuralları, rahatsızların, kişisel reformlarının popüler olması ve bu popülaritenin kozmik bir geleneğe dönüşmesinden ibaret saçmalıklardı. Onlar, uçurumun en ucunda olanlardı. Onlar, keyifsizliğin birinci evresiydiler.
Hastanelere gidiyordum. Yoğun bakım ünitelerine uğruyordum. Nefes almaya çalışan hastaların gözlerine bakıyordum. Umudunu yitirmiş bakışlara kitleniyordum. Trajediler vazgeçilmezimdi. Acil servis katına iniyordum geceleri. İşkenceye maruz kalanları, kendi gırtlağını kesenleri, kırmızı ışıkta geçenleri, kanın olağanlığını izliyordum. Panik dolu koşuşturmaları, agresif diyalogları, depresif voltaları seviyordum. Hastane kokularını bilirsiniz. ‘’ Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’’ der şair. Düşünürsünüz. Hayaldir. Daha da önemlisi izafidir. Hatta kişisel. İşte bu koku, pervasızlığın kokusudur. Geriye korkacak bir şey kalmamıştır. Umutsuzluk devrim yapmıştır ruhlarda.
Hiç tanımadığım kişilerin cenaze törenlerine de katılıyordum. Derinlerde saklı ürperiş, kılık değiştirmiş, gereksiz ciddiyetin tenhalarında gezinen hayaletlerin dilinden ‘’iyi bilirdik’ ’lakırdıları olarak firar ediyordu. Düşünsenize, o kalabalığın içinde doğru cevabı sadece bir kişi biliyor ama konuşamıyor, öylece olduğu yerde uzanmış yatıyor. Çok acı. Dik duran metanetli insanlarla karşılaşıyordum. Mücadelenin tavan yaptığı, insanoğluyla gözyaşının savaştığı anlara tanıklık ediyordum. Ve de toprak hiç olmadığı kadar alımlı, kürek hiç olmadığı kadar ehil kesiliyordu törene.
Gördüklerimiz zannettiklerimizdir.

Seksek





Gözlerini kapatınca kendi kendine şöyle dedi: eğer böyleyse ayin gibi bir şey; bir merkez keşfetmek açısından, insanın pek aklı almayacağı bir merkeze doğru ivme değişikliği ile sapma yapıp merkez değişikliğine götürebilecek güçte idiyse, öyleyse beklide her şey yitirilmemişti, bitmemişti henüz, belki bir başka kez, başka koşullarda, başka başka deneyimlerden sonra , çıkış yolu olanaklı olacaktı. Ama nereye gidiş ve nereye çıkış ve neden, niçin?

Deli






Dostum, göründüğüm gibi değilim. Görünüş sadece giydiğim bir elbisedir. Senin sorgularından beni, benim kayıtsızlığımdan seni koruyan, özenle örülmüş bir elbise. Benim içimdeki ‘ben’, dostum, sessizlik içinde oturur, sonsuzluğa dek kalacak orada, doyulmaz, erişilmez. Ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim- çünkü sözlerim senin aklından geçenlerin dile getirilmesinden, yaptıklarımsa umutlarının eylemleştirilmesinden başka bir şey değildir.
‘Rüzgar doğuya esiyor’ dediğin zaman ‘evet, doğuya esiyor’ derim: çünkü düşüncelerimin rüzgarda değil, deniz üzerinde dolaştığını bilesin istemem. Denizlerde gezen düşüncelerimi anlayamazsın, zaten anlamanı da istemem. Bırak denizimle başbaşa kalayım.
Senin için gündüz olduğu zaman dostum, benim için gecedir: böyle olsa da ben yeşil tepelere değerek oynayan öyle vaktini, vadiden süzülen mor gölgeleri anlatırım; çünkü sen ne karanlığımın türkülerini duyabilir, ne de yıldızlara çarpan kanatlarımı görebilirsin-görmemenden, duymamandan hoşnudum ben. Bırak gecemle başbaşa kalayım.
Sen cennetine yükselirken ben cehennemime inerim- o zaman bile bu ulaşılmaz uçurumu ötesinden bana seslenirsin,’arkadaşım, yoldaşım’ ben de sana seslenirim, ‘yoldaşım, arkadaşım’-çünkü cehennemimi görmeni istemem. Alevler görüşünü yakacak, duman burnuna dolacaktı. Senin gelmeni istemeyecek kadar çok severim cehennemimi. Bırak, cehennemimle başbaşa kalayım.
Sen gerçeği, güzeli, doğruluğu seversin; ben de sen hoşnut olasın diye bunları sevmenin yerinde ve iyi olduğunu söylerim ama içimden senin sevgine gülerim. Gene de gülüşümü göresin istemem. Bırak kahkahalarımla başbaşa kalayım.
Dostum, sen iyi, ihtiyatlı, akıllısın; hayır sen eksiksizsin- ben de seninle ölçülü ve düşünerek konuşurum. Oysa ben deliyim. Ama gizliyorum deliliğimi. Bırak deliliğimle başbaşa kalayım.
Dostum, sen benim dostum değilsin, ama ben bunu sana nasıl anlatacağım? benim yolum senin yolun değil, gene de birlikte yürüyoruz elele.

Aysel Git Başımdan




Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum..
"kim olduğumu ne bilirlerdi
korkunç zordu beni sevmek; ve ben,
buna yalnız biri'nin gücü yeteceğini seziyordum. 
ama, 
o biri, 
istemiyordu henüz."

Zeno'nun Bilinci



Şarkımı duyun isterdim. Şarkı söyleyemeyecek kadar utangaç olmasaydım. İşitin isterdim. "Yaşamak bir şey değilmiş." koyardım şarkımın adını. Yaşıyorsun işte yok ötesi, derdim hüzünlü şarkıcılara. Nedir sizi bu kadar dertlendiren şarkı, tek notadan başka bir şey çınlamıyor benim kulaklarımda, diye haykırırdım. Ciğerlerimdeki son nefesimi verene kadar haykırırdım ben de bildiğim tek şeyi: Yaşamak bir şey değilmiş.





Hayret ne kadar şaşılası bir dünyadır, benim kimse ile bir işim yok; işte benim bu zararsızlığım ve kendi kendimle olmalarım başkalarının merakına yol açıyor. İnsanlarla nasıl karşılaşmam gerektiğini bilmiyorum. Ben utangaç biriyim. Başkaları ile konuşmayı başlatmada çok zorluk çekiyorum, özellikle bana ilginç olmayan başkaları ile, neyse geçelim...

Bir Gecelik Düş..






Sokaklara düşeceğim ellerim ceplerimde belki bir akşam üzeri, Tanrı’nın ellerinden kayıpta üzerime düşer gecenin yıldızları diye.. hayatla kapışmayacağım artık onun keskin dişleri var ve ben ne zaman ellerimi uzatsam paramparça olup çıkıyorum.. – oysa duyguları olanların avuçları olmalı şefkatle sevecek.. değil mi? (benim yok!) – yalnızlığa yürüyeceğim belki de, bir kış gecesi ve bir deniz kenarı. istemiyorum martıları, artık onlar da ölebilirler.. üşümeliyim, iliklerim ıslanmalı, titremeliyim soğuk acıya çalarken ve tenim kuru bir bahar havasında gibi.. terketmeliyim yaşamı ve onun yaşadığını zanneden ölüleriyle dolu kokuşmuş kentlerini.. (ey insan sürüleri! sizler birer canlı değil, yaşadığınızı zanneden cesedi kokuşmuş birer ölü!) denizin kıyısından sokulup, bir karanlığa saplar gibi titrek bakışlarımla açılıp o en çok özlediğim intihara çıplak ayaklarımla gidiyorum.. (ölümü hissetmek mükemmel bir duygu olmalı, kafanın içinde kurduğun bir çok olaydan beraat etmek, ruhuna çöreklenen o karanlığı silip atmak.. düzensiz bir yaşamı düzene sokmak belki de..) ölmek için sessizliğine karışmalıyım dalgaların hırçın vuruşları arasında bir adım kalmalı geriye ve an/ı/larım. Acılarımı kimseye vermeyeceğim.. bir gece kaybolduğunda gözlerden kaybolmalı benim de ruhum.. artık öyle özgürüm ki kimliğini insanlığa bırakmış bir akıl hastası gibi bir ceset ve hiçlik duygusu.. gökyüzü kadar büyük ve sonsuz.. ölüm ve benim tenim..

artık hayatın tiz vuruşları yok oluyor, 9:15 yolculukları mesela, sabah mesaileri, gelmesi için ip attığım akşamlar yok, yok bile yok oldu.. ölüm solgun yüzüyle öyle soğuk ve sonsuz ki.. kendimi onun ellerine bırakıyorum..
sanırım bir kaç iyi nedeni olmalı benden sonra yaşayanların.. ya da belki bir kanalizasyon hattında yaşayan lağım fareleri gibi.. oysa küçük bir çocuğun hayali değil midir, inatla yaşamın dikenlerine sarılarak kanattıklarına rağmen yine de beklemek o ışığı.. acı duymak.. (Umut acı vereceğini bildiğimiz halde susturamadığımız canavardır.. Umudunuz varsa acınızı sevin..)
Artık acı da işlemiyor.. herşey sonsuz bir boşluğun içinde anlamını yitiriyor.. belki de ölüm sadece başka bir hayata yeniden doğma yoludur.. artık zaman geçmek bilmiyor, hava ağır yağmur mu dudaklarıma damlayan, denizin tuzlu suyu.. bir akşam üzeri yine dalgaların arasından yeniden, hiç birşey anlamadan.. pırıl pırıl bir sabaha doğmak var..  ölürken bile umut etmekte güzel.. -
saat; saat yok artık! bu bir rüya olmalı girdap.. ya da en sevdiğim yolculuk iki sevgilinin kırlarda kol kola yürümesi gibi ama tek fark karanlık, saplanıyorum gittikçe…
Belki de cesedim bile, bir sabah balıkçıların oltasında gereksiz bir yük olacak..
Ölüyorum, deniz duymuyor.




...biri, kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyor yeniden.. birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor.
o yüzden değil mi içimizi tutmamız? birine teslim olmaktan korkmamız? ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız? “anlatsam mı, anlatmasam mı” kararsızlığımız, “bu sevgi beni acıtır mı” kuşkularımız..
her zaman seni üzecek birileri olacaktır. yapmamız gereken sevginin bize vadettiklerine güvenmeyi sürdürmek.. ama kime iki defa güveneceğimizi iyi seçmek."

Eskimenin Ardından




 Her  insan ilişkilerini biraz kendince, bildiğince ve  yaradılışı gereğince yaşıyor sanırım. Dönüp baktığında, dostluğun, sevginin; paylaşmanın ve senin için ideal olanın peşinden koştuğunu hissediyorsun. İster istemez kafanda oluşturduğun  ütopyayı başkaları ile özdeşleştiriyorsun. 
Jack Kerouac’ ın “Yolda”sında;  NealCassady’nin kadınlarını sevme biçimine ve aslında sevmemesine; bağımsız, delice yaşama arzusuna  şaşırıyorsun. Bir kadının bir başka kadını, kabullenişini, bir tek adamı onunla paylaşabilmesini sorguluyorsun; Üçlü’yü okurken. Gerçek dediğin şeyin Eco'nun muhteşem yazımında nasılda tepetaklak  olduğunu düşünüyorsun yada Sade'nin  başkalarının tüm sınırlarını zorlayan Sade'nin yaşamının gerçekte  tüm insanlarda da olabilirliğini görüyorsun, benim dediğin tüm klişelerinin ansızın nasılda değiştiğini tüm organlarınla duyumsuyorsun.

Klasik söylemler vardır; bildik...Sevgiler, dostluklar emek verildikce vardır, denir. Sevgiyi de bu diri tutar.... özen; anlamak, yanında olmak ve daha bir çok şey. Tüm ilişkiler karmaşıktır. İç içe geçmiş girift şeylerdir ve bir o kadarda basittir. Dünyanın gelmiş geçmiş tüm şaiirleri yazarlar, idoller,  modellerimiz hep bir şeyler söylerler,  Bu sözcükler de  bizde kırıntılar, bırakır. Onlara öykünmek isteriz çoğu zaman, ama başaramayız.

Dostluklarımız biter, sevgilerimiz tıkanır, değişiriz yada değiştiğimizi düşünürüz. İnsan egosu acayip bir şey. Hep kendisine istiyor,  kendi sınırlarına girilmesin  diye hemen adlandırmak istiyor bir şeyleri ve habire kendine yontuyor. 
 Kimilerine göre eskiyoruz, ilişkiler eskiyor; elbiseler notalar yada fotoğraflar gibi rafa kalkıyor tüm yaşanmışlıklar.  İlişkiler eskiyor mu? yoksa bıkkınlığın yada adımla yamamış olmanın adımı bu mu?  belki de kendinden vermek istememek  yada  yeniye duyulan özlem. 

Eskimek kötü bir sözcük....İz bırakan hiç bişey eskimiyor çünkü.  Beni anla demeyi istemek  yada  bu ilişki için her şeyi verdiğini düşünürken, yok sayılmayı göze almak; bırakmak, içten içe bu sefer ....diye kendini kandırmak, beklemek.  Her göz yaşının ardından gelen binbir küfür ve çığlık niye duyarsızsın derken; aynı zamanda  sevgi eskir mi diyebilmek.....İz bırakabilmek. 
Geriye  "Tüm insanlar  kendi çıkarları için sevgilerini harcar ve  her insan yalnızdır" diyen filozofa, Nilgün Marmara ya da Oğuz Atay'a  ve  bu yanlızlığın yaşarak intikamını alan Janet'in sözlerine sığınmak kalıyor  ve biraz daha kendine yalnızlaşmak ve kandırmak galiba.

En kötüsü de;  bunları saatlerce konuşabildiğin,  düşüncenin tavan yaptığı, susarak anlaşmanın keyfini sürdüğün, nirvanaya birlikte eriştiğin kişi yada kişilerle tüm yaşanmışlıkların izlerini özlüyor olman ve bu paylaşımları bir daha kimseyle yaşayamayacak olmanın acısı  ve ne yazık ki sende  kalmış bu izlerin başkaları için eskimiş  olması sanırım. 
Yapılacak şey ise; keşke bir adım atabilseydi deyip; bir selama sığınıp, yürekten gelen,  çağırışı bekleyerek, sevildiğin yalanına  kendini inandırarak;  ütopyalarına geri  dönmek ve Huzursuzluğun Kitabın'da kendi eskimişliğine ve kimsenin umursamadığı  huzursuzluğuna sığınmak. 
Tüm iz bırakanlara sevgiyle
ÖZCE

Kuş Koysunlar Yoluna





Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu? Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.’.. Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?“Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna” bir çocuk demiş.

Sırça Fanus









Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı isityordum incirlerin ama birirni seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.
...

Bir erkeğin egemenliği altında olmanın düşüncesinden bile nefret ediyorum. Bir erkeğin dünyada hiçbir kaygısı yokken, benim tepemde beni hizada tutmak için Demokles’in kılıcı gibi asılı duran bir bebek var.
...
 Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür. 


ALTIN SONSUZLUK






Sonsuz sonsuzlukta, her şey ve tüm gerçek kanunlar üç yönden hiçbirşeydirler. Onlar ZAMANIN UNSURLARI olarak varolmazlar çünkü bulunabilenden ve kavranabilenden daha ileri bir atom yoktur. O boşluk, madde, ve bir de boş uzaydır. AKLIN UNSUR
LARI olarak varolmazlar, çünkü kavrayan ve onları gören akıl bunu görerek, duyarak, dokunarak, koklayarak, tadarak, zihnen farkederek yapar ve bu akıl olmadan onlar görülmez, duyulmaz, hissedilmez, koklanmaz, tadılmaz ve zihnen farkedilmezlerdi. Onlar gerçekte onları gören akla bağlıdırlar, kendi başlarına bir hiçtirler, gerçekte sadece zihnin görüntüsüdürler, gerçekte aklın boş görüntüleridirler, cennet bir görüntüdür, herşey bir görüntüdür. Bu sonsuz ama gerçekte boş evrende yeryüzünde yıldızların altında oturan bir adam olduğumu düşünmem ne anlam ifade eder? O benim boş ve uyanık olduğum anlamına gelir. Boş ve uyanık olduğumu biliyorum, başka hiçbirşeyle aramda bir fark yok anlamına gelir. O herşeyin olduğu yere ulaştığım anlamına gelir. 




O sihirli Homeros alacakaranlığında
geçerek tapınağın kırmızı kulesini
Ben hiç kadın kralsı hurda gemi
koşuşturuyoruz o eflatun lambaya
fahişenin cılız K’in müziğine.
Önümde duruyor o aydınlık ahırda

taşıyarak yeşim taşı kıymıklarını
ırzın yaralı signaculumu sessiz
gözler gözler siyah o plagal Doğu’ya dek
çözecek uzun gecenin deyimini.
Sonra, bir parşömen tomarı gibi, katlanmış,
ve o kadın çözülüşünün şaşaası büyür
bende, Habbakuk, bütün günahkârların pisliği.
Schopenhauer öldü, bırakır
elinden lavtasını fahişe.

SEKSEK






Bana bakıyorsun, yakından bakıyorsun bana, her seferinde daha yakından, işte o zaman tepegözcülük oynamaya başlıyoruz, birbirimize her seferinde daha yakından bakıyoruz, gözlerimiz gittikçe büyüyor, birbirlerine yaklaşıyor, üst üste geliyorlar ve tepegözler bakışıyor, sonra ağızlarımız birbirine karışan nefeslerin ortasında karşılaşıyor ve dudaklardan ısırarak, dili dişlere neredeyse dokundurmadan, boşluklarından parfümü geçmiş ağır bir havanın ve bir sessizliğin gidip geldiği kovuklarında oynaşarak ılık ılık çekişiyorlar. O zaman bir yandan ellerim saçlarının diplerine inmeye, yavaşça saçlarının derinliklerini okşamaya başlarken biz ağızlarımız çiçeklerle, balıklarla, canlı devinimlerle, bakir kokularla doluymuşçasına öpüşüyoruz. Ve eğer birbirimizi ısırırsak acısı tatlı oluyor, eğer birbirimizin soluğunu o kendiliğinden gelişen kısa ve dehşetli içe çekişlerde boğarsak, o anlık ölüm bize güzel geliyor. Artık tek bir tükürüğümüz, olgun meyve tadında tek bir lezzetimiz var ve ben senin karşımda sudaki ay gibi titrediğini hissediyorum.

HİÇ




Ne okunan onca kitap ne entelektüel olma çabası, ne de farklıyım diyebilmek insanı 


insan yapar. Bir tek insanı harcayabiliyorsa kişi kendi çıkarına, hiç bir emek vermeden 

silebiliyor sa tek adımda ve tüm geçmişinden çıkarabiliyorsa, arkasından konuşup 

yüzüne gülebiliyorsa ve anında satabiliyorsa, her şey aslında bir HİÇTİR. BİR İNSAN 

İÇİN NE YAPTIĞINIZ VE NEYİ NE KADAR ADIMLADIĞINIZ, YANINDA OLABİLMENİZ, 

ZORLUKLARI AŞMASINI SAĞLAMANIZDIR ÖNEMLİ OLAN. İNSANI İNSAN YAPAN 

VERDİĞİ EMEK VE TANELERİ BİRLİKTE TOPLAYABİLME GÜCÜDÜR.


Özce

KÜSMEK nedir bilir misin?..
Küsmek DÜRÜST' LÜKTÜR.
Çocukçadır ve ondan dolayı SAF' TIR..
YALANSIZ' DIR.
Küsmek; SENİ SEVİYORUM' dur...
Vazgeçememektir.

Beni anlatır KÜSMEK.
KIZDIM ama hala buradayımdır, gitmiyorumdur, gidemiyorumdur.
KÜSMEK; nazlanmaktır, yakın bulmaktır, benim için değerlisindir.
KÜSMEK, sevdiğini SÖYLE demektir... Hadi ANLA demektir...
KÜSMEK; umuttur, acabaları bitirmektir, emin olmaktır...

Yani, diyeceğim o ki:
BEN SANA KÜSTÜM !..

YEDİNCİ GÜN


....
Afallayan Paşaoğlu;" Ben Kainatın şans eseri meydana geldiğine inanırım" dedi. Baba ise; Kainat mademki kendi başına meydan gelebilecek kadar şanslı, onun bir parçası olan senin de aynı şansa sahip olman gerekir" dedi....

Baba ona "unutma" dedi.Ben kazanırsam sen hiç bir şeyin şans eseri olmadığı bu dünyanın Allahu Teala tarafından yaratıldığını kabul edip artık bu düstüra göre yaşayacaksın.Ama sen kazanırsan, ben inandığım herşeyi reddedip senin şimdi yaşadığın gibi yaşayacağım....


Serkldoryan klübü nün azaları ,satranç oyuncularının başına gittiler. Paşa yaverine yine sordu ;
'' Oyun başlıyor.bizim adam rakibine ne dedi ? ''
'' Oyunu bir taş eksik oynamayı teklif etti p

aşam. Önce beyaz , istediği taşı çıkaracak , sonra siyah .ama siyah beyazındakinden farklı bir taş çıkarmak zorunda . galiba Alman kabul etti . Üstelik bizim adam , misafir diye almana beyazlarla oynama ayrıcalığını da verdi . Bu adam nesine güveniyor ? ''
Beyaz taşlarla oynıyacağı için sevinen Alman , Danke ! diyerek en uçtaki a-2 piyadesini oyundan çıkardı.Koyulan kaideye göre İhsan Sait farklı bir taş seçmek zorundaydı.
Ve ihsan Sait , şah 'ını oyundan çıkardı.
O anda salonda bir uğultu koptu.
Paşa yaverine sordu :
'' Neler oluyor ? Alman neden söyleniyor ? ''
'' Alman bizim adama , ' Eğer şah'ınızı oyundan çıkarırsanız sizi nasıl mat edebilirim ? diye soruyor. ''
'' Bizimki ne diyor peki ? ''
'' Bizim adam , Bunu nasıl başaracağınızı ben de merak ediyorum , diyor.''


..........
Şu anda ve zamanda, aşkını arz kürenin hiçbir yerinde bulamazdı. Cebinden saatini çıkarıp saniyesine baktı: İbre istikbâle doğru, âşığına kavuşmasına yetecek kadar süratli ilerlemiyordu. Oysa Döjira mâzide ya da bu günde değil, akrep ve yelkovanın ağır âheste ilerlediği gelecek zamandaydı...
Kafalar ver, bize ateş olsun, kor olsun.
Göksel yıldırımlarla yanmış kafalar,
Uyanık kafalar, adamakıllı gerçek kafalar,
Yansıyarak senin varlığından gelsin.
İç'in göklerinde doğurt bizleri,
Sağnaklı uçurumlarla delik deşik

Ve bir esrime dolaşsın içimizi,
Bir cırnakla akkor halindeki.
Açız işte, açız, doyur bizi
Yıldızlar arası sarsıntılarla.
N'olur göksel lavlar aksın
Kan yerine damarlarımızda.
Ayır bizi, böl, parçala bizi,
Ateşten ellerin keskin yanıyla.
Ölünen o yeri ölümün de uzağında
Aç işte üstümüze o alev kubbeleri.
Silkele, beynimiz sarsılsın,
O senin görgün ve yordamın içre,
Yeni bir tufanın pençeleriyle,
Bozulsun zekâmız, alt üst olsun..
.

Pigme



....
En tepedeki Tanrı bütün yaratıkların acı çekmesine hükmetmiş; hastalıktan telef olmasına yada kanlar içinde kalıp feryat etmesine ve sonra bugünün birinde ölmesine.Masumken acı çekmek ve ölmek ancak trajedidir.Ne günah ne suç var or
tada; demek ki yok olmak hak edilmemiş.Böyle bir israf Tanrıya karşı gelmektir.é Herkes önce acı çekip, sonra öldüğünden" diyor eğitmen,beyaz kürklü kemirgenin kürkünü okşarken her eleman bugünün birinde kendi yok oluşunu hak etmelidir.,,,




Eleman benin ağzı diyor, aşk yok. Diyor, zorba aslında Stockholm sendromu yaşıyor. Bu kadar güçsüz, bu kadar çaresiz kalmayı kabul edemiyor; bu yüzden saldırganıyla ittifak kurarak tepki veriyor. Zalimin kimliğine bürünüyor. Tipik kur
ban psikolojik mekanizması. Hiç kuşkusuz, Trevor’ın kendi babası da kötü davranıyor, böylece güçlü bir baba oğul bağı doğuyor. Nefret etme riskine giremeyecek kadar tehdit altında. Acımasız dayak sahici aile bağı davranışı haline dönüşüyor. Şiddet ile aşk eşanlamlı oluyor.Sf: 73 

Barbara




Hatırla Barbara,
O gün hiç durmamacasına yağıyordu yağmur Brest'e
Ve sen 
O yağmurun altında
Gülümseyerek yürüyordun
Işıl ışıl, mutlu, sırılsıklam

Hiç durmamacasına yağıyordu yağmur Brest'e
Ve ben senlen
Siyam sokağında karşılaştım
Gülümsüyordun
Ben de gülümsüyordum

Hatırla Barbara,
Benim tanımadığım sen
Beni tanımayan sen
Hatırla,
Gene de o günü hatırla
Unutma

Bir sundurmanın altına bir adam sığınmıştı
Sana adınla seslendi
Barbara
Ve sen
O yağmurun altında ona doğru koştun
Sırılsıklam, mutlu, ışıl ışıl
Ve kollarına atıldın
Bunu da hatırla
Ve sen diye hitabettiğim için sakın bana kızma
Ben tüm sevdiklerime sen derim
Onları yalnızca bir kez görmüş olsam bile
Ben tüm sevenlere sen derim
Onları hiç tanımasam bile

Hatırla Barbara,
Unutma
Mutlu yüzündeki, o mutlu şehrin üstündeki
O sakin ve mutlu yağmuru
Denizin, askeri tersanenin, Ouessant gemisinin üzerindeki
O yağmuru

Ooo Barbara
Savaş
Ne büyük aptallık
Sen şimdi ne oldun
Bu;
Demirden,
Ateşten,
Çelikten,
Kandan
Yağmurun altında

Ya seni kollarında tutkuyla saran adam
Öldü mü, kayıp mı, yaşıyor mu

Ooo Barbara
Hiç durmamacasına yağıyor yağmur Brest'e
Taa o zamanki gibi
Fakat hiçbirşey aynı değil, hepsi darma duman şimdi
Bu, korkunç ve mahzun bir keder yağmuru

Bu;
Demirden,
Çelikten,
Kandan oluşmuş
Aynı fırtına değil artık
Şimdi sadece
Brest'in üstündeki yağmur boyunca,
Ölen köpekler gibi çatlayan bulutlar var

Ve onlar
Uzakta çürüyecekler,
Artık hiçbir şeyi kalmayan Brest'in uzağında,
Çok uzağında

Markiz








Kendi kendimize itiraf edemediğimizden daha fazlasını biliyoruz. Tek yapmamız gereken dikkatle bakmak. Her şey hem de en gili şeyler açıkça ortada. Fakat biz gördüğümüze katlanamıyoruz. Bize durmaksızın hakikati fısıldayan, içimizdeki o en zayıf ses, aynı zamanda en berrak olanı.Ama biz onu duymamayı yeğliyoruz.Hakikat çok keskin bilenmiş bir bıçak.


(Marki de Sade nin Evliliği)

İyilik Neye Yarar?




1.
İyilik neye yarar,
Öldürülürse iyiler çarçabuk,
ya da iyilik görenler?
Özgürlük neye yarar,
yaşarsa bir arada
özgürlerle tutsaklar?
Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese,
akıl neye yarar?
2.
İyi insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
iyilik beklenmesin!
Özgür insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
kavuşsun özgürlüğe herkes,
özgürlük sevgisi geçersiz olsun!
Akıllı insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
akılsızlık zararlı olsun!

Yüzler




Binlerce türlü anlatımı olan derin yüzler gördüm,
Kayaya yapışıp kalmış, tek anlamlı, tekdüze yüzleri de…
Parlaklığı içinde renkli güzellikler ışıyan yüzler gördüm,
Parlak görüntülerin içinde saklanan iğrenç yüzleri de…
Yüzeyine her şeyin işlendiği yalın, taze yüzler gördüm,
Kırışıklarla dolu, ama içi boş, anlamsız yüzleri de…
İyi tanırım bütün yüzleri bu yüzden, çok iyi anlarım;
Çünkü kendi gözümün doğal dokusundan bakarım onlara,
Görürüm aradıkça, ardında sakladıkları gerçeklikleri de…

ÜÇ GİZEMLİ SÖZCÜK


‘Gelecek’ sözcüğü ağzımdan çıktığında,
İlk hecesiyle anında tarih olur. 

‘Sessizlik’ sözcüğü ağzımdan çıktığında,
Yok ederim sessizliği.

‘Hiç’ sözcüğü ağzımdan çıktığında,
Hiç kimsenin kavramayacağı bir şey yaratırım.

Metamorfoz Hayatlar







Bana çok zor insan diyorlar, kendime bakıyorum tepeden, olabildiğince çıplak ben zor biri miyim? Tüm bildiklerimi, inandıklarımı ve inanmadıklarımı bir kez daha sorguluyorum tüm içtenliğimle. Kendimce bir yolum var; içinde tüm insanların dillerinden düşürmedikleri sevgi sözcükleri ve eylemleri, bilgelerin sözleri, acılar ve, umutlar; dürüstlük var, kompleksler var, vermek ve  almak var dostluk var heplik ve hiçlik var. Salt kendini bilmek adına inandığım gerçekler gibi olduğum gibi olmak var, biraz deli biraz çocuk, çokça eleştiriyel, biraz pervasız , fazla dürüst, yanlız ve çok fazla Don Kişot. Evet en iyi tanım bu olur sanırım benim için.Yel değerimenlerine karşı düşe kalka savaşan bir ütopya gezgini, mavi bir kelebek, belki bir kımıl zararlısı.

Bir kelebek aynı zamanda bir kımıl zararlısına dönüşebilir mi?.Algılarımız ve inanmak istediklerimiz herkesi, herşeyi yine her şeye  dönüştürebiliyor.

Yaftalıyorlar umarsızca. Birileri ile tanışıyorsunuz tam da isyanınızın tavan yaptığı " ne olur birileri de beni anlasın, seveyim sevsin, yel değirmenlerine karşı birlikte savaşalım" dediğiniz noktada. Dizinizin yaraları henüz geçmemişken ve bu yaraları daha çok kanatmak isterken. Bir yanınız o elleri tutmak istiyor, içiniz umutlu, bir yanınız  temkinli "Deliyim, yüreğim elimde gezerim size zor gelir, incinirim ve incitirim kaldıramazsınız" diyorsunuz tüm dürüstlüğünüzle. Olsun diyorlar ne isen ol biz seni seviyoruz ve yanındayız.

Mucize! bu olabilir mi? Birlikte yürüyebileceğiniz anlayacağınız , sizi anlayacakları seveceğiniz düştüğünüzde kaldıracak,onaracak, geliştirecek kızdığında söyleyecek, tartısıp sevgiyle sarılacağınız ilerlerken ilerletebilecek sevgiyle emekle büyütecek kozalarından çıkacak kelebekler olabilir miyiz?
Tüm toplumsal dayatmalara, engellemelere içimizdeki gelgitlere inat birlikte yürüyebilir miyiz?

Delilik yada farklı olmak (siz koyun adını), sanırım ilk önceleri başkalarına çok cazip geliyor. 

Şuraya gitmek ister misin? Bunu yiyelim mi? Sence bu yoldan gitmek doğru mu? falan yazının falan bölümüne bunu koyalım  mı?.......sevgiyle bildiğince kendince cevaplıyorsun. Kararı sana bırakıyorlar, diyorsun ki önemsiyorlar, bunu öyle büyük çoskuyla yapıyorsun ki..aklına en ufak bir fesatlık gelmiyor, futursuzca bişeyler kotarıyorsun. Görsünler, bilsinler, hissetsinler istiyorsun. Size soruyorlar, kararınızı ve uyguluyorlar sorun yok sanıyorsunuz, biraz safca. Delisiniz çünkü, bir gün bunların " bizi yönetiyorsun" olarak kurşun gibi size yöneleceğini düşünmüyorsunuz bile..

Yola inanıyorsun, birlikte yürüyelim istiyorsun istiyorlar,. coştukca coşuyorsun. "Körün istediği bir göz alllah verdi iki göz.." İstiyorsun ki herkes ne ise o olsun. Canların da kendi farklılıklarını özelliklerini keşfetsin. Sen kötü ol yeter ki görsünler. "Yolun olurunu olmazlarını bilmek gerek kendini bilmek zordur", diyorsun; canlar anlayacaklardır eminsin; onlar anladıkca sende seni anlayacaksın. Birlikte gecirdiğiniz her an bin mutluluk, her güzel gün bin umut; her sevgiyle kuşanmış çember bin yürek senin için. İçindeki çocuk bir liman buldu; sıcacık,anaç saf sevgi dolu. Dışındaki deli ise bir yürek buldu cömert, verici; güven dolu.

Ama yol zor ve çetin, yolu adımlıyorsun, adımlarken tek dayanağın canların; destek olacaklar, anlayacaklar, dürüstce paylaşacaklar, yürekleri ellerinde içtenlikle. sivriliklerini tüm uyumsuzluklarını sevgileri ile yok edecekler. İnanmışsın düştüğünde, kızdığında sana el uzatacaklar. senin uzattığın gibi. Kırılsalar da nedenlerini bilecekler şevkatle onaracaklar, gelştirecekler seni ve bizi. Bu bir ütopya! niye olmasın?

Öyle olmuyor...Bir üç beş..diyorsunuz ki neredesin? yoksun"" yanımda olacaktın. İçin acıyor ,yanılmış olabilmeyi kabul edemiyorsun bir türlü.. deliler kolay vaz geçemiyorlar çünkü. Gözündeki yaşı gururla bastırarak biraz güçlü "elin nerede diyorsun" karşındakine ; yüreğin nereye gitti?...cevap yok.......Biraz kızgın sert bir kez daha ağlayarak bin kez daha...cevap yok.. Olsun diyorsun, olsun yine de ben seveceğim.... Binbirinci kez soruyorsun cevabını ve aşalanmayı göze alarak.Tüm yargıları hakaretleri göze aldın. Çünkü yolun bir, sevgi sözcüklerine inanırsın.

Her sevgi adımın da aşağılanma ile karsılaşıyorsun artık..sen yaklaştıkça duvarlar biraz daha kalınlaşıyor. Anlayamıyorsun.. için oyuluyor acıdan..Bin kez sevgiyle binbir kez öfkeyle kendine ve karşındakine bize ne yaptığını haykırıyorsun. Öfken bile sevginden..hani anlayacaktın hani sevecektin?hani aynaydık, hani konuşabilecektik: Bu deli bir bez parçası mı yakıp atasın?

Yel değirmenleri ile savaşmaya alışık tarafın ortaya çıkıyor. Her saldırıda biraz daha savunma ve her savunmanın ardında bu sefer konuşacagız, bu sefer paylaşacagız bu sefer.. bu sefer bu sefer.. Her türlü yöntem deneniyor üstünde ve sen her türlü savunmayı gerçek kılıyorsun içindeki o safca şimdi anlaşılacagım umudu ile..  delice bir bardak daha yere atıyorsun ... beni anla çığlığı ile.

"Haddini bil" diyorlar birileri.Çığlığın büyüyor "Bizim kağıttan bir evimiz vardı, evet kabul biz bu evi ışıktan bir ev yapmak için yola çıkmıştık, ama sen çok zorladın. Biz bu evin içinde kendimizi kandırarak; mutlu yaşıyorduk..Senin yaptıkların bini aştı..Evimizi sallıyorsun, kendimizi kandırmak daha kolay.Seni istemiyoruz, yöntemlerin yanlış. Biz seni bu eve aldık, ama gördük ki çok yüz vermişiz, tepemize cıktın. Yordun .Biz kendi içimizi görmek farklı ve mutlu yaşamak istemiyoruz; seni sevdik buna sevgi diyoruz ,çünkü seni hiç incitmedik???"  Kendini kandırmak daha kolay ve aslında zaten biz böyle harikayız ,kötü sensin zorsun ,çokça delisin ......Biz hiç bişey yapmadık; sen hep hep zorladın, saldırdın ....Zaten büyüklerimiz bu kağıttan evimizde senin için bizi uyardı ,hiç sevmedik ne zor biri dediler. "Uzak durun" dediler ve hep dediler dinlemedik, ama dinlemeliymişiz.Seni hiç tanımasalar da bak bilmişler. Her şeyin suçlusu sensin, üstelik başka insanların ilişkilerini de bozuyorsun git....... bir türlü kağıttan evin insanları gibi olamadın.. sus dedik oyna dedik.. suyumuza git, çıkarına bak dedik..Tüm toplumdaki kağıttan evlerin insanları böyle yapar, böyle yaşar .Sen bir kımıl zararlısısın. Kendimizi görmek istemiyoruz, seni anlamak sevmek gibi bir derdimiz yok...Sen başlı başına arızasın git...."

Hala inanmak istemezsin; bağırırsın bende incindim,bin kez acı ile yıkandım gözümde yaş kalmadı ama binbirinci kez yine sarıldım, sevgimdendi,güvenmek istedim, anlaşılmak istedim ,istediğiniz gibi olamadım, olamazdım, ama sizleri çok sevdim; deli de olsam bende bir insanım. Hani bir yoldaydık;.Duymazlar ! Kendilerini görmek okadar çok incitecektir ki insanı ........... suçlamak çok daha kolaydır..

Bir deli bile bazen yorulur..en çok anlaşılamamaktan yorulur, omuzları çöker, kılıcı düşer, aslında hiç sevilmemiş hiç anlaşılamamış olmanın gerçeği ile yüzleşir. Haddi bildirilmiştir, artık bilecektir. Kalkar, kendisi ile yüzleşir, yöntemlerini sorgular ; neyi neden yaptığı ile yüzleşir. Kendine kızar, kendini yargılar. Çok öfkelenir, kendi deliliğine ..Kendi acılarını iyice kanatır, kabuk bağlasın istemez.... acılarını sever, yaralarını öper, canlarını ise daha bir çok sever. bilir ki asla bu toplumun yontmaya çalıştığı biri olamayacaktır.

Başkaları için o zor biridir,manyaktır, egosu öyle yüksektir ki kendini bile görmemektedir. Sevgi adına sığınıp hoş görememiş, eleştirmiş; kişileri kendince gelişsin diye dürtüklemiş ,ama kendini tatmin etmiştir, Kişilerin arasını bozmuştur. Öyle tehlikeli birdir ki, rivayete göre gizli güçleri vardır; kişileri etki altına alır, kulanır, sömürür ve hepsini sevgi adına yapar. Tüm göz yaşları sahtedir. İnsan bile olmadığından kuşkulanılmaktadır. Tüm amacı, yönetmektir. içinde sevgiden anlayıştan erdemden eser yoktur; negatif bir robot oldugundan bile şüphelenilebilinir. Kibirlidir, enerjisi öyle bir enerjidir ki insanı ezer. Sevgiden duygudan eseryoktur. Görüldüğü yerde, diğer insanların görmek istemedikleri taraflarını gösterdiği için vurulmalıdır.

Deli bunları bilir,sezer, güler içi kanarken o güler......... ayağa kalkar... yola devam eder...........Bir sonraki yel değirmenine. Kah bir kelebek, çokça kımıl zararlısı sıfatı ile ama inadığı gibi sevgiyle, tüm onu öldürmeye çalışan canları ile birlikte.

ÖZCE

Aşkın Celladı

















Eğer iki insan bir "an" ı paylaşıyorsa ya da aralarındaki bir duyguyu paylaşıyorsa, eğer ikisi de aynı şeyi hissediyorsa, o zaman, hayatta oldukları sürece, aralarındaki bu değerli duyguyu yeniden yaşamalarının nasıl mümkün olacağını görebiliyorum.Hassas bir işlem olurdu bu - ne de olsa insanlar değişir ve aşk hiç yerinde durmaz - ama yine de, bu belki imkan dahilindedir.. tam bir iletişim kurabilirler, derin ve gerçek bir ilişki kurmaya çalışabilirler ve bu da, gerçek aşk mutlak bir durum olduğuna göre, daha önce daha önce yaşamış oldukları şeye yaklaşabilir...ama farz edelim ki bu hiçbir zaman paylaşılmış bir deneyim olmadı! farz edelim ki iki insan hayli farklı deneyimler yaşadılar...ve farz edelim ki bunlardan biri, yanlışlıkla kendi deneyiminin öbürününkiyle aynı olduğunu sandı.

İşte bütün sorun burada başlıyor.. kendini kandırmış mı oluyor kişi bu durumda? ya da aşk, tamamen şeffaf olmak onu olduğu gibi kendinde bulmak değil mi?.. aşk bencillik değil, madem bir olmak, aynı anı yaşamak... beklememesi gereken karşılığı, nasıl olur da tam tersine kendisi gibi hissettiğini düşünerek, tek olanı ikiye bölerek yarıştırabilir...marazi aşkın en büyük ikilemi bu değil midir, o mu daha çok seviyor ben mi? gerçek aşkı yaşayan çıkmıyor artık, kimse kendinden geçmiyor ki.. aşıkken bile hep ayık duruyoruz, aşkın şarabını sabah - akşam içtiğimiz halde ( belki de şarap diye içtiğimiz üzüm sirkesidir ).. ya sevmiyorsa, ya ben daha çok seviyorsam kuşkularının olduğu yerde, aşk sanılan duygular çatallaşmaya ve iki tarafı da yaralamaya başlar...eğer okların ucundan zehir akıyorsa o zaman kabullenmeli ki bu aşk değil...adı aşk olmayan her şey, kimliksiz; kendine dönük ve sadece zarar vermeye güdümlü...aşk, içindeyken ayakta durmana izin vermiyorsa ve seni güçsüz kılıyorsa yani seni vurmuşsa zehirli okuyla, en kısa sürede o zehirden de o oktan da kurtulmalı... kısacası bu artık bir hastalıktır ve her hastalığın mutlaka bir tedavisi vardır ..