Burada sadece bok ve ölüm kokusu var.
Sigara yaktım. Kahve için suyun kaynamasını bekliyorum; kafa derimin altında inşaat çivileri maraton koşusu yapmakta. Gözümü kapatıyorum. Karıncaları ve örümcekleri görüyorum. Yeter! ‘’yeter’’ demek yet
er mi? Çıkmaz sokak nereye çıkmaz? Aptal sorular! Mutfağın penceresini açıyorum; nefes alıyorum. Havada bulutlar ve ölüm kol geziyor, yağmur geliyor. Burası dünya.
Ölmek istiyorum yine, orada burada. Hiç mi hiç fark etmez; bir köşeye siner ölüveririm sessizce. Öylesine güzel ki yağmur, suratıma çarptıkça damlalar, geberesim geliyor. Hava çok soğuk ama üşümüyorum. Mutlu muyum neyim? Her şey bu kadar eşsizken ölmemek niye? Sanki hiç yapmamışım gibi.
Bundan birkaç yıl önce, iğne atsan yere düşmez diye tabir edilebilecek bir caddede, çenemin altına toplu tabancayı dayamıştım. Ne tuhaftır ki dakikalar sonra, beni sadece ihtiyar bir adam fark etti ya da ciddiye aldı ne bileyim. Yanıma yaklaştı ‘’ ne yapıyorsun?’’ dedi ürkek bir tonda. ‘’tıraş oluyor gibi bir halim yok öyle değil mi ihtiyar!’’ dedim. Bir adım daha yaklaştı kendince. Ayakta zor duruyordu oysaki. Nefesi alkol kokuyordu. Anlaşılan o da benim gibi ayyaşın tekiydi. Sanki önemi varmış gibi adımı sordu. ‘’ ismini vermek istemeyen bir ceset’’ dedim ona. Yüzünü ekşitti hemen. Aksi ve çekilmezlik gezintisi sadece ben ve benim gibilere ait edasında omuz silkti; ama daha pes etmemişti. ‘’ sana nasıl hitap etmemi istersin?’’
Kaşlarımı çattım, ciddiyetimi daha iyi anlasın diye. ‘’ soytarıyım ben ‘’dedim. Birkaç saniye duraksadı ve ‘’ Ne yani, sana soytarı mı dememi istiyorsun? ‘’
‘’Hayır, bana beyinsiz soytarı demeni istiyorum’’
‘’Pekâlâ, beyinsiz şey… Soytarı, neden ölmek istiyorsun. Çok mu borcun var? Ya da karın seni aldatıyor mu? Yoksa onu öldürdün mü?’’ dedi bunak.
‘’Yaşamak için yeterince ölü değilim’’ dedim.
Kafamın içinde çok şey dönüyordu. Sanki bilincim olduğu gibi hayvanat bahçesine dönüşmüştü; yazık ki bütün hayvanların kuyruğu birbirine değiyordu. Tek yaşama sebebim vardı; o da her an pamuğun tıkanma ihtimali. İnsanları, neden çıldırmışçasına etrafta koşuştururken göremiyorum. Bu sanal gerçeklikteki oyunun en can alıcı tarafı ne zaman öleceğimizi bilmememiz değil mi? Yani her an göçebiliriz; yapayalnız, bomboş ve kapkaranlık bir figürde. Öyleyse bizi korkusuzca nefes almaya iten sebep ne? Size söyleyeyim, yaşamak en büyük alışkanlığımız ve bu tam anlamıyla çılgınca bir bağımlılık!
‘’ tanrıya inanıyor musun?’’ dedi bizimki.
Şaşırmıştım doğrusu. Adamın, böyle evrensel bir soru sormasını beklemiyordum. O an ihtiyarın alkollü olduğuna kesin kanaat getirdim. ‘’ evet ‘’ dedim sertçe.
‘’ öyleyse diğer tarafta, intihar edenleri ebedi cezanın beklediğini de biliyorsundur evlat.’’
‘’ sigaranın sağlığa zararlı olduğuna da inanıyorum ama bir gün bile bırakmayı denemedim. Tanrıya inanıyorum ama umursamıyorum babalık! ’’
Cehennemi arzulamıştım daima; sırf cennettekiler kendilerini biraz daha iyi hissetsin diye. Tanrı Araf suresinde, cennettekiler için şöyle der. ‘’ Biz onların kalplerinden kin namına ne varsa söküp attık.’’ Beni ben yapan hep içimdeki öfkeydi, nefretti. Hiçbir zaman, cennette her saniye kandırılma fikri cehennemde gerçek acıyı tatmaktan daha cazip olmamıştı. Benim için savaş çok eskiden beri vardı. Tanrıya sövdüğümde altı yaşındaydım. Evet, kronik bir iblisim galiba. O caddenin orta yerinde insan yığınağından çıkan fısıltılar arasında ihtiyarla olan sohbetimiz fazla uzun sürmedi. Beni ikna etmesine izin verdim. Adamı resmen kahraman yaptım. Muhtemelen bir hayat kurtardığını ve cennete gideceğini düşünmüştür. Üstelik silahımı da ona hediye ettim; kendisini gazetelerin üçüncü sayfalarında görebilme umuduyla. Belki içecek parası kalmaz, cananına tak eder, kafasına sıkar. Defalarca intihar ediyormuş süsü verirken kendime, ölümü anlayabilmek, ona bir adım daha yakın olabilmek için küre çikolataları hap farz edip yuttum. Çamaşır makinesinin üstünden kendimi boşluğa bıraktım, boş silahla tek kişilik Rus ruleti seansları düzenledim. Beyinsizce öyle değil mi? Etrafımdakiler kaçık herifin teki olduğumu söyleyip duruyor. Yani olmayan şey nasıl kaçabilir ki? Ben doğuştan beyinsizim. Beyinsiz soytarı!
Şimdi yağmur gittikçe hızlanıyor ve ben sırılsıklam halde, hem yürüyorum hem de teneke çatılardan çıkan çığlıklara kulak veriyorum. Bir elim cebimde, diğeri ise sigarayı tutuyor. Dudaklarım ciğerlerimden çıkan dumana izin verip evrenin seremonisine kafa tutarcasına, kimseye ait olmayan bir melodiyle ıslak ıslık tüttürüyor. Gün ışıklarını söndürmek üzere… Bir apartmanın girişinde sümükleriyle koklaşan ve bana deliymişim gibi bakan çocukları görüyorum. Hepsinin de saçları kısacık ve suratları fazlasıyla beyaz. Ve ben susuyorum. Konuşmalı mıyım? Hayır! Sadece ölmek istiyorum. Hepsi bu. Hiç sorgulamadan. Hiç düşünmeden.
Zaten yeterince düşündük. İhtiyacımız olan, klozet temizleme fırçasıydı. Dışkımızı soğuk taştan temizlemeye çalışırken bize satmaya çalıştıkları prezervatifler yüzünden sürekli düzüşmeyi düşündük. Bedava dakikalarımızı ve seri sonu indirimlerini düşündük. Aslında en çok iş üstünde değil de, sifonu çektiğimizde çıkan sesi duyunca düşündük. Akşam hangi televizyon dizisini izlesek diye düşündük. Erken rezervasyonlarımızı ve kredi kartı limitlerimizi düşündük. En çok, ıkınırken değil de fermuarımızı çekerken, arkamıza bakıp, dışkımızın bizi terk ettiğini görünce düşündük. En son ne zaman mastürbasyon yaptığımızı, pahalı arabaları, cep telefonu modellerini düşündük. Lanet, umut dolu kuponlarımızı düşündük. Ya düşünmemeyi? Ya da ölmeyi? Hiç üstümüze alınmadığımız ışıksızlığı? Meleğin kederli dokunuşunu? Hiç sanmıyorum!
Her şey, alışkanlıklarımı kontrol altına almak istememle başladı. Köleliğimi yitirmek istedim ama en büyük bağımlığımı fark ettiğimde hiç olmadığım kadar heyecanlandım. Giderek acı çektim. Acı çektikçe hür kılındım. Kendime kapandım. Kendimle hatırladığım son şey depresyonda olduğum ve gecenin bilmem kaçındaki morfin merasimlerimdi. Ucuz rüyalar görmediğim sürece kendi kâbusunda yaşayan karabasandım. Giderek çöktüm. Çöktükçe arındım. Arındıkça ölümü daha fazla düşünmeye, düşlemeye başladım. Kansere daha da yaklaştım. Sabahları midemde olup biteni çıkardıktan sonra, radyoda amfizemle ilgili reklamları dinledim. Sonra sigara yakıp, aynadaki leş tebessümü seyrettim. İçtikçe de içtim. Barlardan çıkmaz olmuştum.
Her zamanki barları ve içindeki her zamanki hiç kimseleri seviyordum. Bütün masalar doluyken insanların kahkaha atmalarını, bağırıp, ağlamalarını ama seslerin birbirine karışmamasını seviyordum. Kimsenin derdini dinlememeyi ve kimsenin sevincine ortak olmamayı seviyordum. Herkesin hiç kimse olmamanın gereğini yerine getirmesi müthişti. Her şey benzersiz memnuniyet fotoğrafıydı. Masalar boşken ise işler değişiyor, bütün şeyler birbirine karışıyordu. İçimdeki bütün o sesler! Her şey renklerin birbiriyle alay ettiği ve bir şeye benzetemediğim talihsiz bir sanat tablosuna dönüşüyordu. Bazen iyi giyimli entelektüelleri görüyordum. Hepsi de gereksiz embesiller diyordum kendi kendime. Benim favorim madaralardı. Sevimsiz bezekler! Donuk bakışlarla etrafa bakınmaları, kavga etmek için neden aramamalarının yanı sıra birbirlerine anlattıkları aynı tip hikâyeler onları gerçek anlamda sevimsiz haydutlar yapıyordu. Onlar, iyiliği ve tekdüze sevinçleri görmezden gelenlerdi. Muaşeret adabını içe sayanlardı. Zaten, görgü kuralları, rahatsızların, kişisel reformlarının popüler olması ve bu popülaritenin kozmik bir geleneğe dönüşmesinden ibaret saçmalıklardı. Onlar, uçurumun en ucunda olanlardı. Onlar, keyifsizliğin birinci evresiydiler.
Hastanelere gidiyordum. Yoğun bakım ünitelerine uğruyordum. Nefes almaya çalışan hastaların gözlerine bakıyordum. Umudunu yitirmiş bakışlara kitleniyordum. Trajediler vazgeçilmezimdi. Acil servis katına iniyordum geceleri. İşkenceye maruz kalanları, kendi gırtlağını kesenleri, kırmızı ışıkta geçenleri, kanın olağanlığını izliyordum. Panik dolu koşuşturmaları, agresif diyalogları, depresif voltaları seviyordum. Hastane kokularını bilirsiniz. ‘’ Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’’ der şair. Düşünürsünüz. Hayaldir. Daha da önemlisi izafidir. Hatta kişisel. İşte bu koku, pervasızlığın kokusudur. Geriye korkacak bir şey kalmamıştır. Umutsuzluk devrim yapmıştır ruhlarda.
Hiç tanımadığım kişilerin cenaze törenlerine de katılıyordum. Derinlerde saklı ürperiş, kılık değiştirmiş, gereksiz ciddiyetin tenhalarında gezinen hayaletlerin dilinden ‘’iyi bilirdik’ ’lakırdıları olarak firar ediyordu. Düşünsenize, o kalabalığın içinde doğru cevabı sadece bir kişi biliyor ama konuşamıyor, öylece olduğu yerde uzanmış yatıyor. Çok acı. Dik duran metanetli insanlarla karşılaşıyordum. Mücadelenin tavan yaptığı, insanoğluyla gözyaşının savaştığı anlara tanıklık ediyordum. Ve de toprak hiç olmadığı kadar alımlı, kürek hiç olmadığı kadar ehil kesiliyordu törene.
Gördüklerimiz zannettiklerimizdir.