Saçlarındaki Yarımküre







Bırak, soluyayım uzun uzun saçlarının kokusunu, daldırayım bütün yüzümü saçlarına, kaynağa kapanan susamış bir insan gibi, bırak sallayayım saçlarını kokulu bir mendil gibi, anıları silkelemek için havada.

Bilebilseydin sen de gördüğüm her şeyi! Duyumsadığım her şeyi! Saçlarında işittiğim her şeyi! Başkalarının ruhu müzik üstünde gezerken benim ruhum koku üstünde gezer.

Saçlarında yelkenlerle, serenlerle dolu bütün bir düş var ve büyük denizler var, köpükleri alıp götürür beni tatlı iklimlere doğru ve daha bir mavidir, daha bir derindir o iklimlerde mekan, meyve kokar, yaprak kokar, ten kokar hava.

Saçlarının okyanusunda bir liman görüyorum, acıklı şarkılarla dolu, her soydan insanla dolu, her türden gemilerle dolu, usta ellerden çıkma, ince bir işçilikle yapılmış, ölümsüz sıcaklığın sereserpe yayıldığı o gemilerle dolu.

Okşarken saçlarını bir gemide oluyorum, güzel bir gemi, bir oda, divan, saksılar, serinletici içkilerle gemiyi ve beni bir beşik gibi sallayan o görmediğim dalgalar, uyuşuk saatler; saçlarını okşarken, beni o dinlendiren, o tembel saatleri yeniden buluyorum.

Saçlarının o harlı ocağında, afyonla ve şekerle karışık tütün kokusunu yeniden soluyorum, saçlarının gecesinde mavi Afrika göğünü yeniden görüyorum; saçlarının tel kıyılarında, koka, katran ve misk kokularıyla kendimden geçiyorum.

Bırak da dişleyeyim uzun zaman, ağır, kara örgülerini. O lastik gibi esnek, asi saçlarını ısırınca sanki anıları da yiyip tüketiyorum.
 Söylemek! söylemeyi bilmek! varlığı yazıya dökülmüş sesin, zihindeki görüntülerin üzerine kurabilmek! hayat daha fazlasına değmez: ondan ötesi, erkeklerden ve kadınlardan, farazi aşklardan ve sahte gerçekliklerden; birbirimizi sindirmek ve unutmak için kurnazca oyunlardan, adına gökyüzü denilen duygudan yoksun, soyut koca mavi kayanın altında- bir taşı kaldırınca kaçışıveren böcekler gibi- dört bir yana koşturup duran varlıklardan ibaret.

Dinle Küçük Adam







Senin cinsel açlık içinde olduğunu, diğer cinsten insanlara nasıl şehvetle baktığını, dostlarınla aşk meseleleri üzerine pis şakalar yaptığını, pis pornografik fantezilerin olduğunu sen biliyorsun, ben biliyorum, herkes biliyor (...) Senin kafanda her türlü ahlaksızlık marifeti oluşuyor. Benim sevgiyle kucaklayışım senin yaşamında pornografik bir sahne haline geliyor. Benim neden söz ettiğimi bilmiyorsun küçük adam.
Bu yüzden hep geride kaldın küçük adam."





Sen bir kartal olmak istemiyorsun küçük adam ve bu yüzden de akbabalar tarafından yenileceksin. Sen kartallardan korkuyorsun, bu yüzden de sürü içinde yaşıyorsun ve büyük sürülerin ve kitlelerin yemi olacaksın.Şimdi sen büyük kitleler arasında açlık çekiyorsun, büyük kitleler içinde ölüyorsun ve senin civcivlerini kuluçkalayan kartaldan hala korkuyorsun.


Evin hala kum üstünde duruyor, çatı başına yıkılıyor ama senin 'proleter' ya da 'ulusal namus'un var. Su borun patlıyor ve çocuğun boğuluyor; ama sen yine çocukların sopayla ödüllendirildiği eğitim ve düzenden yanasın."

Beyaz geceler

Çoktandır kafamı kurcalayan bir şey var. Niçin insanlar birbirlerine karşı açık yürekli davranmıyorlar? Neden en iyi insan bile karşısındakinden bir şeyler gizliyor, bütün düşündüklerini söylemiyor? Sözlerimizin yabana atılmadığını bildiğimiz zamanlar bile neden içimizden geçenleri olduğu gibi söylemiyoruz? Nedense herkes olduğundan sert görünmek istiyor. Duygularını hemen açığa vurursa altta kalacakmış, küçük düşürülecekmiş gibi bir korkuya kapılıyor.

Soneler





kararlarımı verirken ben, yıldızlara danışmam
oysa kendime göre anlarım yıldız falından
senin gözlerine bakarım geleceği görmek için

seni görmedikten sonra, her gün benim için gece
gecelerse parlak gün, rüyalar seni bana gösterince

düşün ki, insan ne kadar savursa varını yoğunu
dünyada kalır harcadığı; yalnızca el değiştirir
ama boşa harcanan güzelliğin dünyada gelir sonu
kullanmadan saklamakla onu, kullanan yok etmiştir

zavallı beni terk etmen için yasaların* gücü arkanda
oysa beni sevmen için bir neden gelmiyor aklıma

aslında, yaşayan kuşaklar yeniler yaşamı yenilerse
zamanın fırçası ya da elimdeki toy kalemse
ne iç güzelliğinle ne de dış gösterişinle
sen gibi yaşatabilir seni insanların gözünde
kendine saklama ki kendini, sürdüresin varlığını
kendi canım hünerinle çizesin kendi yaşamını

bu rüya sürdükçe mutluluktu sahip olmak sana
uykumda kraldım; oysa bir hiçim uyandığımda

doğruya renk gerekmez, onun rengi kendindendir
güzellik fırça istemez kendi resmini çizmeye
katıksız olursa ancak, mükemmel hep mükemmeldir

işte sonsuz aşk, aşkın hep yepyeni kalan kılıfında
ne kaçınılmaz sanılan kırışıklardan pay alır
ne tozlanır ya da yıpranır bundan böyle yıllarla
geçmiş artık sonsuza dek onun buyruğundadır
aşk ilk nerde doğmuşsa, orda yaşar hep değişmeden
zamanla ölür sansa da, görünüşe bakıp karar veren

öyle kutsal bir kişisin ki, çok zor değerini bilmek
varlığın coşku verir çünkü, yokluğunsa umut demek 

kötü diye bilinmekten iyidir bence, kötü olmak
olmasak da, kötü muamelesi görüyorsak her yerde
üstelik mümkün de olmaz şöyle keyfince yaşamak
başkası kötü görecektir çünkü, kendimiz görmesek de

sana hizmettir yazın işi, sana sunar neşesini
sen yoksan eğer, dili açılmaz kuşların bile

Bazıları Hiç Delirmez



bazıları hiç delirmez
ben, bazen koltuğun arkasında
3-4 gün boyunca yattığım olur
orda bulurlar beni
melaikeymiş derler
sonra gırtlağımdan aşağı
şarap döküp
göğsümü ovarlar
yağ serperler üzerime
sonra kükreyerek kalkarım
atıp tutar, köpürürüm
onlara ve evrene küfreder
bahçeye kadar kovalarım
sonra kendimi çok iyi hisseder
tost ve yumurtanın başına otururum
bir şarkı mırıldanıp
aniden
pembe besili bir balina gibi
sevimli olurum
bazıları hiç delirmez
ne korkunç hayat sürüyorlardır
allah bilir




Lütfen söyler misin bana, burada ne yana gidebilirim?"
"Bu, gitmek istediğin yere bağlı," dedi Kedi.
"Neresi olursa olsun, önemi yok," dedi Alice.
"O zaman ne yana gitsen olur," dedi Kedi.
Alice sözünü açıklamak amacıyla, "Yeter ki bir yere varayım," diye ekledi.
"Tabii ki varırsın," dedi Kedi, "yürümekten yılmazsan, bir yere varırsın elbet."
Alice, bu doğruya karşı çıkılamayacağını sezdi, başka bir soru denedi:"Buralarda nasıl insanlar oturuyor?"
Kedi, sağ patisiyle bir yuvarlak çizerek, "Şurada," dedi, "bir şapkacı oturur, şurada da," öbür patisini salladı, "bir Mart Tavşanı. Hangisine istersen git; ikisi de delidir."
"Ben deliler arasında ne yapayım?" dedi Alice.
"Başka çaren yok ki," dedi Kedi, "hepimiz deliyiz burada. Ben deliyim. Sen delisin."
"Benim deli olduğumu nereden çıkarıyorsun?"
"Mutlaka delisindir," dedi Kedi, "yoksa burada ne işin var?"

DELİ İLE VENÜS



Ne güzel gün! Uçsuz bucaksız, park, güneşin yakıcı gözü altında kendinden geçiyor, Aşkın egemenliği altında gençlik gibi.

Nesnelerin evrensel esrimesi hiçbir gürültüyle anlatmıyor kendini; sular bile uyumuş gibi. Sessiz bir eğlence var burda. İnsan şenliklerinden çok farklı

Gittikçe büyüyen bir ışık, nesneleri gittikçe daha çok parlatıyor sanki, sanki fışkırmış çiçekler renklerinden güç alarak göğün mavisiyle yarışa çıkmak isteğiyle yanıp tutuşuyorlar, sıcak da kokuları gözle görülür bir duruma sokarak onları dumanlar gibi güneşe doğru yükseltiyor sanki.

Bu evrensel sevinç içinde üzgün bir yaratık gördüm gene de.

Kocaman bir Venüs'ün ayakları dibinde, şu yapay delilerden, Sıkıntı ya da Pişmanlık yakalarına yapışırken görevleri kralları güldürmek olan şu gönüllü maskaralardan biri, parıl parıl bir gülünç giysi içinde, başında boynuzlar, ziller, ayaklığın dibine büzülmüş, yaşlarla dolu gözlerini ölümsüz Tanrıçaya doğru kaldırıyor.

Şöyle diyor Tanrıçaya sözleri:. - "İnsanların en bayağısı, en yalnızıyım, aşktan da, dostluktan da yoksunum, en ilkel hayvandan bile geriyim bu konuda. Ama ben de ölümsüz Güzelliği anlamak ve duymak için yaratıldım! Ah! Tanrıça! kederime, taşkınlığıma acı!"

Ama amansız Venüs mermer gözleriyle uzaklara, kim bilir neye bakıyor.

GEÇ KALMIŞ ÖLÜ







Korkacak bir şey yok hesap tamam
Sıram geldi mi hatta güleceğim
Kendimi hazırladım biliyorum
Önce turgut arkasından ömer haybo
Daha sonra varujan sonra nureddin
Sonra ben değilsem demokrat toni
Sonra o değilse mutlaka benim
Kendimi hazırladım biliyorum
Aysel'in gölgesine saklandım
Hep susamışım su içiyorum

UlyssesVI

Ya, gömüldükleri topraklardan antika suretleri söküp çıkaran sizler? Safsatacıların o delice sözleri: Antisthenes. İlmi nebahat. Ezelden ebede süregiden güneşyüzlü ve ölümsüz buğday.
İki yaşlı kadın, birinin elinde kumlanmış pejmürde bir şemsiye, öbürününkinde on bir midyenin dingildediği bir ebe çantası, tuzlu esintilerinden henüz çıkmışlar, yorgun argın, London Bridge Road boyunca Irishtown’ı geçmekteydiler.
Sarsılarak dönen deri kayışların zıngırtızıyla elektrik santralindeki dinamoların uğultusu Stephen’in adımlarını sıklaştırmasına yol açtı. Varlıksız varlıklar. Dur! Senin dışında zonklayan hep ve içinde zonklayan hep. Kalbinin türküsüdür söylediğin. Onların arasındayım ben. Nerede? Girdap gibi dönerek gümbürdeyen iki alemin arasında, ben. Parçalasam onları, ikisini birden. Ama o hengamede ben de parçalanırım. Haydi parçalayın beni elinizden geliyorsa. Pezevenk ve kasap idi o sözcükler. Bakın! Biraz zaman geçsin de. Etrafa bakayım.
Evet, çok doğru. Heyula gibidir, görkemlidir, üstelik de hiç geç kaldığı olmaz. Doğru dediniz, efendim. Bir pazartesi sabahı. Öyleydi, gerçekten de.
Stephen, bastonunun sapıyla kürekkemiğini tıpışlaya tıpışlaya, Bedford Row’dan aşağıya doğru indi. Clohissey’in vitrininde Heenan ile Sayers’in boks karşılaşmasına ait 1860 baskılı solmuş bir afiş gözüne ilişti. Şapkaları geniş kenarlı taraftarlar kordonlarla çevirili şampiyonun çevresini sarmış bakıyorlar. Daracık kuşaklı ağırsıklet boksörler efendice birbirine tokmak gibi yumruklarını uzatmışlar. Zonklamakta onlar da: Kahramanların yürekleri.
Dönerek, eğik bir kitap tezgahının üzerinde durdu.
— Tanesi ikipeniye, dedi işportacı. Dördü altıpeniye.
Örselenmiş sayfalar. İrlanda’da Arıcılık. Arslı Cure’nin Hayatı ve Mucizeleri. Killarney Cep Kılavuzu.
Burada okulda kazandığım ve rehine koyulmuş ödüllerimi bulursam hiç şaşmam. Stephan Dedalo, alumno optimo, palmam ferenti.
Peder Conmee, dua okuyaraktan Donnycarney köyünden geçerken ikinci duasını mırıldandı.
Amma sağlam ciltlemişler böyle bir kitabı. Bu da ne? Musa’nın sekizinci ve dokuzuncu kitabı. Tüm gizlerin gizi. Hazreti Davud’un Mührü. Sayfaları çevrile çevrile yıpranmış: Defalarca okumuşlar. Kimler geçmiş benden önce buradan? Ellerdeki çatlaklar nasıl giderilir? Beyaz üzüm sirkesi tarifi. Bir kadının aşkı nasıl kazanılır. Bu bana göre. Ellerinizi bitiştirip aşağıdaki tılsımlı sözü üç kez söyleyin:
— Se el yilo nebrakada femininum! Amor me solo! Sanktus! Amen.
Kim yazmış bunu? Başrahip Peter Salanka’nın bütün hakiki müminlere ifşa etiği en tesirli tılsımlar ve dualar. Herhangi başka bir başrahibinkinden. Dırdırcı Joachin’inkinden farkı yok. Eğil ya, dazlakkafa, yoksa kırkarız kelini de haa.
— Burda ne işin var, Stephen?
Dilly’nin kalkık omuzları ve pejmürde giysisi.
Kapat kitabı çabucak. Görmesin.
— Ne yapıyorsun? dedi Stephen.
Saçları lüle lüle yanaklarına dökülmüş tıpkı eşşiz Charles Stuart’ın yüzü.
Çömelmiş, eski pabuçları şöminede yakarken nasıl da pespembe olurdu. Paris’i anlatmıştım ona. Eski paltolardan dikme bir yorganın altında sabahleyin geç kalkmış, Dan Kelly’nin armağanı altıntaklidi bileziğini kurcalayıp dururken, Nebrakada femininum.
— O elindeki nedir? Diye sordu Stephen.
— Öbür işportacıdan bir peniye aldım, dedi Dilly, tedirgin bir gülüşle. İyi midir acaba?
Gözleri benimkilerle aynı diyorlar. Başkaları beni böyle mi görüyor? Canlı, uzun ve yürekli. Ruhumun bir gölgesi.
Kapaksız kitabı onun elinden aldı. Chardenal’ın Fransızcaya Başlangıç Kitabı.
— Ne diye aldın ki onu? Diye sordu. Fransızca mı öğreneceksin?
Başıyla onayladı Diddy, kızararak ve dudaklarını sıkıca kapatarak.
Şaşırmış görünme. Normal bir şey.
— Al, dedi Stephen. Fena değil. Dikkat et de Maggy gidip rehine koymasın kitabını. Benim bütün kitaplar gitmiştir herhalde.
— Bir kısmı, dedi Dilly. Mecburduk.
Boğulmakta kız. Vicdan azabı. Onu kurtar. Vicdan azabı. Her şey aleyhimize. Beni de kendisiyle boğacak, gözleri, saçları. Kıvrım kıvrım yosun saçlar sarıyor beni, kalbimi, ruhumu. Tuz yeşili ölüm.
Biz.
Vicdan azabı. Vicdanımın azapları.

Boethius





Adamın biri karşısındakine ağzına geldiği gibi küfrediyordu; çünkü küfrettiği adam erdemli davrandığı için değil de, şan şöhret kazanıp caka satmak istediği için kendisine "filozof" sıfatını yakıştırmıştı. Küfürler savururken bir yandan da karşısındakinin filozof olup olmadığını; ancak ettiği bu hakaretlere hiç istifini bozmadan sabırla katlanabilirse anlayacağını belirtiyordu. Sözde filozof bir süre sabretti ve küstahça sözlere hiç tepki göstermedi; ama çok geçmeden alaycı bir ifade takınarak şöyle dedi: "Artık bir filozof olduğumu anlamışsındır herhalde!" Bunun üzerine adam çok daha ukala bir tavırla "Emin ol anlardım; tabi sessizliğini korumuş olsaydın!"

Özgür İrade

Tanrı bütün açıklığıyla her şeyi önceden görüyorsa ve öngörünün gördüğü her şey olmak zorundaysa, insan elde etmek istediğini seçmekte nasıl özgür olabilir? İnsanın başına gelecek olayların sonuçları insanın kendi seçimlerine bağlıysa, belirsiz ve zorunluluğa bağlı olmaksızın olmalıdır. Bu durumda, Tanrı bunları nasıl bilebilir? Ama her şeyin kayıtsız şartsız nedeni olan Tanrı için belirsiz olabilecek hiçbir şey yoksa, onun olacağını bildiği her şey mutlaka olmak durumundadır.

İnsan özgürce seçim yapamıyorsa, iyilere verilecek ödüller ve kötülere verilecek cezalar söz konusu olmayacak, kötü ya da erdem anlamını yitirecektir. Bu durumda, kötülük Tanrı tarafından belirlendiğine göre, ondan Tanrı sorumlu tutulacaktır. Ayrıca her şey Tanrının değiştirilemez önbilgisiyle belirlendiğine göre, isteklerimizi gerçekleştirebileceğimizi umarak Tanrıya ettiğimiz duaların da bir anlamı kalmayacaktır.

Kader

 Kader mutluluk maskesi takıp kulağımıza güzel sözler söylediğinde, bilin ki her zaman yalan söyler. Oysa değişip dönekliğini sergilediğinde her zaman dürüst davranır. Birinci görünümünde aldatır; ikinci görünümünde öğretir. İlk yüzüyle sahte iyiliklerin aldatıcılığına sığınıp onlardan yararlanmaya kalkan zihinleri sıkıca bağlar; ikinci yüzüyle, mutluluğun gelip geçici olduğunu kanıtlayarak bu bağı çözer. Kaderin ilk halindeyken övünüp şişindiğine tanık olursun, güvenilmezliğine ve kendini hiç tanımadığına; ikinci halindeyken ayıklığını görürsün, güvenilirliğini ve bizzat belayı yaşamış olduğundan, bilgeliğini. Sonuçta, kader mutlu yüzünü takındığında, insanlara tatlı sözlerle yanaşıp gerçek iyilikten saptırır; kötü olduğunda ise çoğu kez kancasını takıp çeker ve gerçek iyiye döndürür.

Fragmanlar

Kendinizi başkasına anlatmayın..
Sizi sevenin buna ihtiyacı yoktur.
Sevmeyen de inanmayacaktır zaten…
Onun hayatında bir seçeneksen,
Onun senin bir önceliğin olmasına izin verme.
İlişkiler en iyi dengeli olduğunda yürür…
Uyandığında iki seçeneğin var…
Tekrar uyuyup bir rüya görmek, ya da uyanıp rüyanın peşinde koşmak…
Bize değer verenleri ağlatır, vermeyenler için ağlarız…
Bizim için hiç ağlamayacaklara değer veririz…
Garip ama gerçek…
Bir kez bunu anlasak değişmek için hiçbir şey geç değil…
Mutluyken söz, üzgünsen cevap, öfkeliysen karar verme…
Zaman nehir gibidir…
Aynı suda iki kez yıkanılmaz…
An’ı yaşa, geçen su bir daha gelmez…
Hep meşgulsen, hiç müsait olamazsın…
Hep zamanının olmadığnı söylersen, hiç zamanın olamaz…
Hep “yarın yapacağım” dersen, yarın hiç gelmez

Ölü Erkek Kuşlar



Zaman tozdur, kirdir, nemdir, eskimişliktir, yenilgidir. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım koruyamayız kendimizi ve nesneleri ondan. Boşuna o toz bezleri, fırçalar, paspaslar, cilalar, saç boyaları, kozmetikler.

On beş gündür bu evde yalnızım. Birkaç gündür beni ararsın umuduyla bekliyorum. Nedense senin de beni özleyeceğini düşündüm bu süre içinde. Oysa sen tek başına yaşama ve acı çekme seçimini o denli ileri götürdün ki, kuşkusuz ne bana ne de herhangi birine ayıracak hiç zamanın yok artık. Peki ama nedir senin bu büyük acın? Niye alışılmış hiçbir şey sana göre değil? Dünyayla, sevdiklerinle arana neden aşılmaz engeller koyuyorsun? Aşk bile, sevda bile iki insanın birlikte olabilmelerinin olanaksızlığı üzerine kurulmalıdır öyle mi?

Ev kadınlığının zeka geriliğine neden olduğunu biliyor musun?

"Ciddi misin?" Derinliği yokmuş gibi görünen bu sıradan soru, şablonlarla konuşan şablonsu birtakım insanların arasına kattı Nazlı'yı Onur'un gözünde birden. Bu insanlar her şeyi olabildiğince yüzeyden kavramaktaydılar. "Ciddi misin? Ciddi olamazsın! Fark eder mi? Fark etmez"lerle acılarını, yoksunluklarını gizlemeye uğraşıyorlar, acıyı bile gülünç bulmaya, önemsememeye, en azından başkalarına karşı önemsemez görünmeye çalışırlarken daha çok yakıyorlardı kendi canlarını.

Kadın ve erkek aynı evde yaşayan iki pansiyonerdir.

Sevmek, lokmanızı çiğnemeyi unutarak masa başında kalakalmaktır. Sevmek sonradan, usulca okşamaktır bir elin değdiği yerini saçlarınızın. Belki de sevmek bir gün hiç yoktan altüst edilip tavuklu pilav kurusu pişirmektir. Sevmek telefon zillerini duymamak, bastığı yeri bilmemektir.

Aşk teslim olmaktır. Onu istiyorsanız o olmaktır.

Erkekler zayıftır. Bencil, korkak ve ikiyüzlüdürler. Zavallılar kendi erkekliklerini taşımakta nasıl da zorlanırlar. Bu arada içten içe sezerler kadınlardan hiçbir biçimde üstün olmadıklarını ve korkularını bastırmak, gizlemek için kabalaşırlar. Sevgisizlik onları hainleştirir.

Kadınlar tekelcidir.

Cinsel ilişkinin ancak sevgi söz konusu olduğunda güzel olabileceği saplantısını ne zamandır taşıyorum beynimde? Sevgisiz birleşmenin bayağı, sıradan, tamamlanmamış bir eylem olduğunu nereden öğrendim? Aşkın iki insanın sevişebilmelerinin önkoşulu olduğuna, kesinlikle böyle olduğuna ne zaman karar verdim? Niye aşık olmadığım biriyle de pekala güzel olabileceğine inanamıyorum? Yaşamın bu en doğal güdüsü neden ille de şiirle, yüce duygular, eşsiz sevgi sözcükleri, yeminler, yakarışlarla sarmalanmış, süslenmiş olmalı? Bu iş insanlık dışı, bağışlanmaz bir suç mu ki yenilgiyi haklı çıkaracak erdemler gerektiriyor?

Hiçbir erkek, kadınların sandığı kadar dayanıklı ve güçlü değildir.

piktobet

Yeni Hayat



Hayatın dinginliğini en çok tehdit eder görünen dört düşünce vardı.
Bunlardan birincisi şuydu: 
''Aşkın efendiliği iyidir, çünkü o, ona inanan kişinin ruhunu bayağı şeylerden uzak tutar.''
Diğeri şuydu: 

''Aşkın efendiliği iyi değildir, çünkü ona inanan kişi ne denli inan beslerse ona, o denli ağır ve acılı anlar yaşamak zorunda kalır. ''
Diğeri şuydu: 

''Öyle tatlıdır ki aşk’ın adını duymak, işleyişinin de yalnız tatlı şeylerde bulunuyor olması olanaksız bence.''
Dördüncü düşünce şuydu:

 ''Aşkın, uğruna beni bunca kanattığı kadın, yüreği kolayca coşan öteki kadınlara benzemez''

Destansı Öykü


Nedir aradığı ruhlarımızın, yolculuklara çıkıp
Yıpranmış gemilerin bordalarında, karışıp kalabalığına
Yüzleri soluk kadınların, ağlayan çocukların,
Ne uçan balıklarla, ne de direklerin yöneldiği
                                     yılızlarla avunup;
Eskiyip cızırdayarak gramafon plaklarıyla,
İsteksizce katılıp boşunu yolculuklara,
Kırık dökük düşünceler mırıldanarak anlaşılmaz dillerden? 
Nedir aradığı ruhlarımızın, yolculuklara çıkıp
Çürüyen teknelerde
Bir limandan öbürüne? 
Kaldırarak taş yıkıntılarını, soluyarak
Çamların serinliğini hergün biraz daha güçlükle,
Yüzerek bir gün bu denizin sularında,
Bir gün bir başka denizin,
Dokunmasız,
İnsansız,
Artık ne bizim, ne sizin olan bu ülkede. 
Biliyorduk ki adalar güzeldi
Buralarda bir yerde, arayıp durduğumuz,
Belki biraz aşağıda, ya da biraz yukarda,
Belki de çok yakınlarda. 




Ben inançsızlığa, dogmaların çatışması sonunda değil, büyükbabamla büyükannemin ilgisizlikleri yüzünden vardım. Bununla birlikte, inanıyordum: gecelikle, yatağımın kenarına diz çöküp, ellerimi birleştirip, her gün dua ediyordum, ama gittikçe daha seyrek düşünüyordum tanrıyı.

Daha birkaç yıl, yaradan ile açık ilişkilerimi sürdürdüm; kendi başıma kalınca artık aramaz oldum onu. yalnız bir kere, o'nun varolduğu duygusuna kapıldım. kibritlerle oynamış, küçük bir halıyı yakmıştım; tanrı beni gördüğünde, müthiş cinayetimi örtbas etmekle uğraşıyordum, kafamın içinde ve ellerimin üzerinde bakışı'nı hissettim; feci derecede ortada olan, canlı bir hedef gibi dönüp duruyordum banyo odasında. kızgınlık kurtardı beni: böyle büyük bir dikkatsizlik karşısında köpürdüm, küfrettim, büyükbabam gibi: "Hey allahım, ya rabbim, hay allahım, ya rabbim" diye mırıldandım. Bundan sonra hiç bakmadı bana.

Başarısızlığa uğramış bir tanrı denemesini anlattım size: Tanrı'ya ihtiyacım vardı, verdiler, ne aradığımı bilmeden aldım O'nu. Yüreğime kök salmadığı için, bir süre sıkıntıyla yaşadı içimde, sonra öldü. Bugün bana O'ndan söz edildiğinde, eski bir güzele rastlayan yaşlı bir delikanlının üzüntüsüz gönül hoşluğuyla "elli yıl önce, o anlaşmazlık, o yanılma olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi" diyorum.
hiçbir şey olmadı.."

Koma Provası



Yağmur şehrin sarı ışıklarını tarıyor.
Su birikintilerinde sayısız küçük telaş,
Alkol gövdemde dipsiz bir kaydırak alanı
Kurmuş, diyorum ki taksi şoförüne: 
İnanın bilmiyorum: Nereye gidebilirim. Derin,
sıcak bir kahkaha patlıyor önde, Odessa’dan
bir yıl önce gelmiş Little Odessa’ya,bir göz oda
vermişler, sabah kahvaltı geceyarısı çorba
ve bir tür haşlama, günde iki paket sigara, bir de
haftada bir eve teflon izni-en fazla beş dakika.

Tırmanıyoruz Birinci Cadde’den yukarılara doğru.
Cehennem Mutfağı’nda, bir lambanın altında
Üç-dört köçek büzüşmüş, müşteri kolluyorlar.
Makyajı akmış birinin, öbürü bir ölüm maskesinin
Altına sinmiş, ötekiler gölgede kaybolmuşlar,
Bir ten kavgası ki kim neden ister hiç anlamam.
Ben de, diyor şoförüm. Biraz önce uzattığım yirmi
Dolar onu iyicene rahatlatmış. Gerekirse kuzeyin
dibini görebiliriz o parayla, madem ki vakit
Yağmur, coğrafyalardan sert ve tavizsiz gecenin
Ortasındayız: İstesek en ağır suçu işleriz
Şimdi burada- o kadar kan bekliyor içimde
Yaylanıyor oysa araba, rengarenk vitrinlerin
Yanından su saçarak uçuşa geçiyor. Şoförüm
Kararlı: Öleceksek, bir paylaşım azabı gerek
Bize, ölmeyeceksek neden yaşıyoruz bilsek.
Benim zamanım bitti dostum, diyorum, ana
dilimden dikkatli birkaç kelime seçiyorum
bunun için. Anlıyor oyunumu, koyu bir slav
aksanıyla cümleleri yutuyor peşpeşe. Gece
ne kadar büyük bir çökelek. Alkol ne kadar
kalıcı bir buhar. Bir yirmi dolarım daha var,
diyorum: Bana uzun bir yol bul, seç.